Sponsorlu Bağlantılar

30 Temmuz 2015 Perşembe

Babama/Anneme Aşıktım ve O Bunu Anlayamıyordu! (Oidipus/Elektra Kompleksi)

Psikolojinin babası olarak nitelendirilen Sigmund Freud'un en çarpıcı bulduğum iddiasıdır oidipus ve elektra kompleksi. Oidipus ve elektra kompleksine göre çocuk 3-5 yaşları arasında  karşı cinsteki ebeveynini sahiplenme, aynı cinsteki ebeveynini ise saf dışı etme konusunda duygu, dürtü ve düşüncelere sahiptir. Olayın özü şudur; erkek çocuk annesine cinsel dürtüler besler, aşıktır, hayrandır ve sahip olmak ister ve babasının penisi ile yarışır, kıskanır. Öte yandan bu duygularından dolayı babalarının, onları iğdiş etmelerinden (penislerini yok etme korkusu) korkarlar. Bu oidipus kompleksidir. Kız çocuklar ise, doğuştan kendisinde eksik olan penise, yani babalarının penisine sahip olma dürtüleri taşır. Onlarda erkek çocukların tersine babalarına karşı aşk, cinsel istek duyarlar ve annelerini rakip olarak görme eğilimi gösterirler. Bu ise elektra kompleksidir. Biraz vurucu ve kabul edilmesi zor olduğunun farkındayım... Kimse annesi ya da babası ile sevişmek istediğini, onlara aşık olduğunu hatırlamaz çünkü bu süreç bilindışına itilmiştir ve bu dönemde takılı kalmak bizim yetişkinlik dönemimizde kuracağımız ilişkileri doğrudan etkilemektedir.

İnsan dünyaya geldiği zaman ensest kavramından yoksundur. Ensest kavramı daha sonra öğreneceğimiz ve hayatımıza katacağımız bir olgudur. Bu sebeple yaşamımızın ilk yıllarında, bilinçdışı boyutta cinselliği fark ettiğimiz zaman ilk ilgi odağımız karşı cins ebeveynlerimiz, kardeşlerimiz olacaktır. İlerleyen dönemlerde bilinç bu durumun kültürel, ahlaki, dini olarak yasak, doğru olmadığını öğrenecek ve bu dürtüleri bilinçdışının derinliklerine gömecektir. Ancak sağlıklı bir şekilde bunu yapmak önemlidir ki bu tamamen ebeveynlerin desteği ve doğru tutumu ile mümkündür. Erkek çocuk o yaşlarda annesine yönelecek ve kendi bedeninden farklı olan kadın vücudunu ilk annesinde keşfetmeye çalışacaktır. Annesinin memesine dokunacak, cinsel organını merak edecek, flört edecektir. Bu dönemde "Yapma, ayıp, günah!" gibi kelimeler kullanıldığı taktirde çocuk annesini keşfedemeyecek ve ileri ki dönemlerde her kadında annesini aramaya başlayacaktır. Artık o ödipal dönemde takılı kalmış bir bireydir. Halbuki annesini keşfetmesine izin verilseydi "Evet, bu annemin memesi ve bu babama ait." düşüncesi hakim olacak ve başka kadınlara gitmekte özgür olacaktı. Kız çocukta bu durum tam tersi olarak işlemektedir. Babasını keşfetmek isteyen kız da erkek çocuk ile aynı şeyleri yaşayacaktır. Burada anne babanın bir çift, çocuğun ise üçüncü bir birey olduğunu ebeveynlerin uygun bir şekilde hissettirmesi gerekmektedir. Genelde kendisine yönelen çocuklarının ilgisi anne babanın hoşuna gittiği için bunu diğer ebeveyne karşı kullanır. Bir örnek ile açıklayalım; babasına sarılan, kucağında yatan, onu öpen kız çocuğunu kullanarak anneyi kıskandırmaya çalışan baba, "Bak, en çok beni seviyor benim canım kızım!" duygusu ile aslında zaten rakip olarak gördüğü anneye karşı çocuğunu daha çok kışkırtmaktadır. Hele ki anne de bu dönemde takılı kalmış bir bireyse işler daha çok karışıyor ve annenin bilinçdışı dürtüleri canlanıp farkında olmadan kızını kıskanmaya, ona ezici bakışlar atmaya başlıyor.

Peki bu dönem sağlıklı atlatılamazsa bizi ileride neler bekliyor?

Kişiden kişiye göre değişebilen bir olgu bu. Her kişide etkisi ve dozu farklı olabiliyor ancak en iyi örneklerden birisi gelin-kaynana ilişkisidir. Bu dönemde takılı kalmış erkek çocuk annesinden ayrışamıyor ve başka kadınlarla birlikte olduğunda tam olarak mutlu olamıyor. Çünkü onun aklı hala annesinde kalmıştır. Bir diğer etki ise kadın ve anne figürünü birleştirememeleridir. Bir kadında hem annelik özelliklerinin, hem de dişilik özelliklerinin var olduğunu bütünleştiremiyor çünkü annenin cinsel özelliklerini ona karşı duyduğu arzulama hissinden, yaşadığı suçluluk duygusunda dolayı annesinin dişilik özelliklerini yok saymıştır. Bu dönemde takılı kalan kız çocuğu ise yetişkinlik dönemlerinde kadınları rakip olarak görmeye devam edebilir. Babalarına sahip olamayan kızlar her erkekte babasını görüp, onlara sahip olma dürtüsü ile harekete geçebilir, ancak sahip olduktan sonra oyun bitecektir ve bilinçdışı "Hayır, bu sana değil annene ait!" diyecektir. Bunun gibi farklı şekillerde etkileyebilir. Ortak durum ise kişinin bu dönemde takılı kalmış olmasının yetişkinlik döneminde ilişkilerini etkileyeceğidir.

Bu üçgen kişiyi zorlayan ve psikolojik olarak yoran bir süreçtir. İlişkileriniz yolunda gitmiyor, anne ve babanız ile ilişkinizde kendinizi onların çocuğu gibi değil abisi, babası, kocası, sevgilisi, karısı, annesi gibi hissediyorsanız bir durup düşünmek ve hatta profesyonel bir destek almanız gerekmektedir. Bu dönemde takılı kalmak ve bu süreci tekrardan sağlıklı bir şekilde atlatmak bireyin tek başına halledebileceği bir durum değildir. Zorlu ve yüksek farkındalık gerekmektedir. Terapi görmek, terapistin siz yeniden o yollardan geçerken size ayna tutup, yanınızda olması bu süreci halletmenizi sağlayabilir. Unutmayın, geçmiş yaşanmışlıklarımız, çocukluk döneminde bilincinde olmadığımız dürtü, duygu ve düşüncelerimiz biz onları keşfedip, kabul edene kadar peşimizi bırakmayacak ve bizi bir döngünün içinde sıkıştıracaktır. Kişiler değişecek ancak roller değişmeyecektir.

Sevgiyle...                          http://www.psikologeminesoybay.com/

23 Haziran 2015 Salı

Narsisistik Kişilik Bozukluğu mu? (Hayır, ben mükemmelim!)

  Narsisizm ile savaşma derneği açsalar yeridir sanırım. Her yerde, her koşulda, her biçimde mutlaka her insanın hayatında bir narsist vardır ve mutlaka bir narsist tarafından önce göklere çıkarılıp sonra da yerin dibine sokulmuştur bir insan. Tabi adı halk arasında narsisizm olarak değil genelde "kendini beğenmiş, burnu havada" gibi tamlamalarla anılırken, eğer yaşadığınız bir aşk ilişkisi ise "Allah belasını versin!" e kadar uzayabilir. İnsanlara ilk bakışta karizmatiklik, çekicilik, hayranlık gibi duygular uyandıran narsistlerin muhteşem bir çekim gücü vardır. Öyle ki siz farkına bile varmadan sizi çekim alanına sürükler ve bir bakmışsınız her şeyinizle tutkuyla ona bağlı biri haline gelmişsiniz. Peki aslında olan nedir? Bunu bilinçli mi yapar yoksa o da kendi bilinçdışı gücünün esiri midir?

  Bu kişiler küçük yaşlarda ayrışma sağlayamamış, bu sebeple herkesi kendisinin bir parçası ve kendisine hizmet etmesi gereken kişiler olarak görmektedir. Erken çocukluk döneminde gayet normal olan  bu süreç anne-babanın tutumu ile sona ermesi gerekirken Narsisistik kişilik bozukluğu olan bireylerde anne-babanın da çocuğun bu tutumunu destekleyici, çocuğun gerçek dünyanın düş kırıklıkları ile sağlıklı bir şekilde yüzleşmesini engelleyici tavırları yatmaktadır. Bir diğer yandan utanç duygusu narsistik tutumun temel duygusudur. Küçük yaşlarda utanç duygusu ile baş başa bırakılan ve bu duygu ile baş etme sürecinde ebeveynlerden destek görmeyen çocuklar çözüm yollarını kendi hayal dünyalarında, kendilerini diğer insanlardan üstün, mükemmel, kahraman, başarılı bireyler olarak hayal etmeye başlarlar. Bu bir çeşit savunma mekanizmasıdır ancak narsisistik kişilik bozukluğu olan bireylerde bu artık bir kişilik yapısı olarak kalmıştır. Yetişkinlik dönemlerinde de kendi olumsuz yönleri ile utanç duygusu ile baş etmek için sürekli bir mükemmel olma çabası içerisine girerler. Hayatlarının en az bir alanlarında gerçekten de başarılı bireylerdir.

    Özel ve eşsiz birisi olduklarına, özel kişilerle arkadaşlıklar etmesi gerektiğine inanırlar. İlk başta sizin ona göre iyi olan bir özelliğinizi alır ve sizi yüceltmeye başlarlar. Bu fiziksel özelliğiniz, işiniz, ses tonunuz bile olabilir. Onlara göre başarılı olduğunuz yönünüzü alır ve olumsuz bütün özelliklerinizi görmezden gelerek sizi yüceltmeye, övmeye başlar. Aslında burada övdükleri kişi siz değil, sizin ile arkadaş, sevgili olduğu için kendisidir. Siz ne kadar mükemmel iseniz o da o kadar mükemmel birisidir. Ancak günün birinde artık olumsuz yönlerinizi görecek ya da sizi kendisine rakip olarak görüp kıskanmaya başlayacaktır. İşte asıl o zaman madalyonun diğer yüzü ortaya çıkacak ve sizi göklere çıkaran kişi gidecek ve eleştiri yağmuruna tutmaya başlayan, aşağılayan bambaşka birisi gelecektir. Karşınızdaki insanı artık tanımanız mümkün değildir.

  Narsisistik kişilik bozukluğu olan kişiler ilişkilerinde hep alıcıdır. Zaten sizin ona karşı bir beklentiye girmenizi hayretler içerisinde karşılar. Evet gerçekten şaşırırlar çünkü onun algısına göre herkes ona hizmet etmek için vardır. Sizin isteklerinizi anlayamaz ve bu konuda size yardımcı olamazlar. Empati yetenekleri gelişmediği için sorunlarınızı, duygularınızı anlamaları da güçtür. Onlara sorunlarınızı anlatmaya başladığınızda ve yardım talep ettiğinizde sizi bencillikle suçlayabilirler. Yüksek bir benlik algısı ile her şey sadece ona hizmet etmeli ve insanlar sadece onun çıkarları doğrultusunda hareket etmelidir.

  Başkalarının başarıları eğer ona hizmet etmeyen bir konumda ise müthiş bir kıskançlık duygusu ile karşılanır. Ancak bu kıskançlık duygusunu "O beni kıskanıyor!" diyerek karşı tarafa yansıtırlar. Kendisinden daha başarılı kişileri değersizleştirme, aşağılama eğilimindedirler. Kendileri ise eleştiriye tamamen kapalıdır. Asla kabul etmezler ve çok sert geri dönüşler yapabilirler. Kendilerini algıladıkları o mükemmellik duygusunu hiç kimsenin bozmasına izin vermezler.

  Onlar Ne Hisseder!

  Aslında altta büyük bir boş benlik yatmaktadır. Derinlerde acı çeken, olumsuz duygular ile baş etmesi öğretilmemiş ve duygusal ihmal yaşamış yalnız bir çocuk vardır ve bu tutumlar, bu çocuğun hayat ile baş etmek üzerine ürettiği çözümlerdir. Kendilerini bu şekilde algılayamadıkları zaman yaşadıkları o hayal kırıklığı ile baş edemez ve umutsuzluğa, çaresizliğe kapılırlar. Genelde psikologlara bu tip şikayetlerle giderler ancak kendilerini iyi hissettikleri an psikolog ile bir yarışa girer ve psikologu aşağılama, ondan üstün olduğunu kanıtlama çabası içerisinde olurlar ve seansı bırakabilirler.

  Narsisistik kişilik bozukluğu olan bireylerin tedavi süreçleri zordur ancak bunun en büyük sebebi kişinin hastalığı, kendisinde sorun olduğunu ve yüzleşmeye karşı olan kaçınmacı tutumudur. Bireysel psikoterapi, grup terapileri gibi yöntemlerle kişilere kendi algıları üzerinden farkındalık kazandırılabilir ve bu doğrultuda kişinin sosyal ve özel hayatında davranım şekilleri olumlu yönde değiştirilebilinir.

                                http://www.psikologeminesoybay.com/                                                               Sevgiyle...



29 Mayıs 2015 Cuma

Psikolojik Açıdan Kendimizi Nasıl Savunuruz?


Homeo-stasis ilkesine göre her organizma bir denge içinde kalma eğilimindedir. Uyum dengesini bozacak herhangi bir etken organizmada tehlike olarak algılanır. Dış dünyadan gelen tehlikelere karşı her canlının ortak savunma düzenekleri vardır. bunlar genellikle, kaçma ya da tehlikeyi ortadan kaldırmaya yönelik saldırma biçimindedir. İnsanlarda biyolojik dürtülerin yanı sıra çoğu kez bu dürtülerden kaynaklanarak gelişen, önemli ruhsal-toplumsal gereksinimler ve güdüler vardır. Biyolojik olan savunma düzenekleri doğuştan gelen dürtülerdir ve her insan için aynıdır ancak ruhsal denge için kullanılan savunma düzenekleri kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Bu kişinin yaşamı boyunca öğrenme ve olayları bilişsel düzeyde algılayış şekli ile alakalıdır. Benliğin savunma düzenekleri çatışma ve bunaltıya karşı kullanılır. Genellikle bilinçdışı süreçlerdir ve birey ne tehlikenin ne de kullandığı savunma mekanizmalarının  bilincinde değildir. Bunaltı, iç dünyada yaşanan çatışma ve algılanan tehlikeyi haber veren tepki olup, psikolojide uyaran bunaltı (signal anxiety) olarak isimlendirilir. Savunma düzenekleri, kişinin bir çok davranışının gerçek sebebini açıklamaya yarar ve davranışın veya söylemlerin bilinçdışı nedenleri ve kişinin bu davranışı göstermesinin asıl sebebini bize gösterir.

1) Bastırma  (Repression): Benliğin savunma mekanizmaları arasında ilk tanımlanandır ve bütün diğer mekanizmaların temelini oluşturur. İlk defa Sigmund Freud tarafından ortaya atılmıştır. Bilindışına itilen duygu, anı, dürtü ve isteklerin bilinç düzeyine çıkması genelde benlik tarafından kabul edilmez. Çünkü bu duygular, istekler, anılar ve duygular benliğimiz tarafından yasaklanan, ayıp görülen, bunaltı ve acı veren öğelerdir. Benlik bu yoğun olumsuz duygu ile başaçıkmak için bastırma savunma mekanizmasını kullanır. Bastırma savunma mekanizmasını az kullanan kişiler kendisini tanıyan ve kendi istek ve duyguları ile yüzleşebilen insanlardır ancak buradan bastırma savunma mekanizmasını kullanmak kötüdür sonucu çıkarılmamalıdır. Bilinçdışının bastırdığı öğelerin tamamının bilinç düzeyine çıkması kişi darmadağın edecek güce sahiptir. Örneğin şizofreni hastaları bastırma savunma mekanizmasını kullanamayan insanlardır.

2) Yadsıma (İnkar, denial): Yadsıma, yani inkar ilkel bir savunma mekanizması olarak kabul edilir. Kişi bunaltı yaratacak yaşadığı gerçek bir olayı yok sayma, kabul etmeme eğilimindedir. Bu sayede kişi bunaltının vereceği acıdan kaçmış olur ve kişi bunun bilincinde değildir. En çok yadsınan duygu öfkedir. Öfke güçlü ve rahatsız edici bir duygu olduğundan dolayı kişiler bu duygunun kendisine ailt olduğunu bilinçsizce kabul etmek istemez. Bu savunma mekanizmasını ağırlıklı kullanılması ve yoğunlaşması ile birlikte kişiler gerçeklik ile bağlantısını kaybedebilirler. (Şizofreni) Örneğin paranoid türden kötülük görme sanrılarında kişi kendi içindeki düşmanca duyguları, kin ve nefreti önce yadsımakta, sonra yansıtarak dışarıdan kendisine kötülük gelecekmiş gibi algılamaktadır.

3)  Yansıtma (Projection): Bastırma ve yadsıma gibi yansıtma da önemli savunma mekanizmaları arasındadır. Kişi bastırdığı ya da yadsıdığı dürtülerinin devamında yansıtma mekanizmasını kullanır. Kendisinde kabul edemediği, yakıştıramadığı duygu, düşünce, dürtüleri başka bir insana ya da nesneye yansıtarak sanki ondan kendisine geliyormuş gibi düşünür. Kendisinde olan kusurları ya da olumsuzlukları başkalarına aktararak onları eleştirmeye başlar. Örneğin, içinde kin, nefret gibi duygular olan birey bunu başkasına yansıtarak "bana kızıyorlar, benden nefret ediyorlar" diye düşünebilir. Aslında şöyle bir gerçek var ki, başkalarında sürekli eleştirdiğimiz, sevmediğimiz özellikler aslında bizde varolan ve kabul etmediğimiz kusurlarımızdır.

4) İçe-Atım (Introjection): İçe atım dışarıdaki bir nesnenin veya nesnenin bir parçasının ya da nesnenin bir özelliğinin pozitif veya negatif anlamda içe alınarak zihinsel anlamda onun yaşatılmasıdır.Bu durum genelde zayıf bir ego'nun, kendisini daha güçlü hissetmek için başvurduğu bir çözüm yoludur. Cesaretsizliği ve fiziksel zayıflığından ötürü yetersizlik hisleri duyan bir birey mahallenin kabadayısını içsel olarak içe atıp, kötü duygularıyla baş edebilir. İçe atım sadece bu bağlamda olmaz. Sevilen bir nesne içe alınarak her an onunla iletişim ve özdeşim kurulabilmekte, ondan ayrı kalmanın acısı telafi edilebilmektedir.İçe atım bazen negatif yönde değerlendirilir. Öfke duyulan ya da nefret edilen bir nesne içe atılarak bu nesneye karşı deşarj sağlanabilir.İçe atımın bir diğer uygulama tarzı da kendiliğimizin bir parçasının kendiliğimizden kopartılarak içte tutulmasıdır. Bireyler zaman zaman isteyerek veya istemeyerek egosuna, süperegosuna ve kendiliğine ters düşerek, dürtülerinin esiri olup, bazı eylemler gerçekleştirebilirler. Bu eylemler bazen ego tarafından sindirilir, bazen de ayrı bir parça olarak izole edilerek saklanır. O farklı parça bünyede varlığını idame ettirir. Bu birey için ciddi bir sorundur, kişiyi ileri derecede rahatsız ve huzursuz eder. Birçok intihar vakasının altında bu yatmaktadır.

5) Bölme ( Splitting): İnsan hayatında yaşamının ilk yıllarında dünyayı iyi ve kötü olarak böler. Bu bebeklik yıllarında anneyi "iyi anne" ve "kötü anne" olarak ayırması ile başlar. Anne bebeğin ihtiyaçlarını karşıladığı takdirde "iyi anne" ertelediği veya karşılamadığı takdirde "kötü anne" olacaktır. Bu durumda bebek kendisini ve dünyayı da "iyi" ve "kötü" olarak düşünecektir. 4 yaşından sonra kapanması gereken, iyi ve kötünün bir insanda aynı zamanda varolacağını idrak etmesi beklenirken bazen bu savunma mekanizması devam eder. Benlik içine atılan nesne (ilk örneği annedir) iki parça olarak tutuldukça, benliğin kendisi de bölünmeye uğrar. Özellikle "sınırda kişilik bozukluğu" gibi ciddi kişilik bozukluklarının temel savunma mekanizmasıdır.

6) Çözülme (Dissociation): Bazı kişilerde istenmeyen gerçeklerden kurtulmak amacına yönelmiş olarak, kişiliğinin bütünlüğünü koruyamaması durumudur. Bu durumlarda kişi, geçici olarak kişiliğini parçalara ayırmıştır, kendisiyle ilgili pek çok şeyi unutmuştur, kabul edilmeyen gerçek kişinin egosunun dışında ikinci bir kişilik biçiminde tutulur ve kişi kimi zaman bilinçsiz olarak bu ikinci kişiliğine bürünür ve bu kişiliğe göre davranır. Uyurgezerlik, iki ruhlu insan tipleri, bazı bellek kayıpları, bilinçsiz kaçma olayları bu türden disosyasyon örnekleridir. Kişinin egosu dışında gelişen ikinci kişilik bu insanın egosunu korumayı amaçlamıştır. Ego, tamamen bozulmamış olarak kalabilir.

7) Yer Değiştirme (Displacement): Bilinç tarafından kabul görmesi zor olan bir dürtü ya da duygunun asıl nesnesinden başka bir nesneye yöneltilmesi durumudur. Böylece bulantıya sebep olabilecek ve benlik tarafından yani bilinç düzeyinde kabul edilemeyen çatışmalar bir derece azaltılabilir ya da önlenebilir. Örneğin içinde anne ve babasına karşı derin bir öfke taşıyan kişiler bu öfkesini başka bir nesne ya da anne veya babasını temsil eden otorite figürüne aktarabilir.  İş yerinde sıkıntılar yaşayan, bu sıkıntılardan dolayı oluşan öfkesini iş ortamında boşaltamayan birisi eve gelince eşine ve çocuklarına yöneltebilir. Bunun dışında yer değiştirme rüyalarda da karşımıza çıkar. Atlardan ürken küçük Hans vakasının ruhsal çözümlemesinden sonra görülmüştür ki asıl korku nesnesi babasıdır. Babasına olan korkusu yer değiştirerek, atlara karşı bir korku haline gelmiştir. 

8) Kendine Yöneltme (Turning toward one's self): Birey toplumsal, kültürel ve ahlaki yargılardan dolayı yasak, ayıp, günah olarak gördüğü duygu, düşünce, dürtü ve anılarından kaynaklı çatışmalarını farklı savunma mekanizmaları ile uzaklaştırmaya, hafifletmeye çalışır. Kendine yöneltmede ise yer değiştirme nesnesi kendisi olur. Anne veya babasına kızan kişi "anneye, babaya kızılmaz, ayıp!" tutumundan dolayı bu öfkesini kendisine yönelterek kendisine ceza vermeye başlar. İleri bir durumda kişi için ciddi tehlikelere oluşturur ve intihar teşebbüsünde bulunmasına sebep olabilir. 

 Temel olan savunma mekanizmaları bunlardır ve bu savunma düzenekleri en ilkel olanlardır. Kullandığımız savunma mekanizmaları bizim karmaşık tutumumuzu, davranışlarımızı açıklamaktadır. İlkel savunma mekanizmaları çocukluk döneminde sona ermesi gerektiği halde devam ediyorsa kişinin yaşamı için kolaylaştırıcı olmaktan çıkar ve bireyin hala çocuk bilincinde kalmasına sebep olur. Kişide belli patolojik bir yapı oluşabilir. Önemli olan bireylerin kendi kullandığı savunma düzeneklerinin bilincine varması, farkındalığının artması ve bu savunma düzeneklerini daha sağlıklı bir hale getirmesi. Bunun için bireyin profesyonel bir destek alması gerekmektedir. Psikologa gitmek ve destek almak için somut bir nedenin varlığını beklememek gerekir. Bireyin kendi psikolojik dinamiklerini öğrenip, kendisini keşfetmesi bu hayatta kendisine vereceği en güzel ödüldür.  

                               http://www.psikologeminesoybay.com/                                          Sevgiyle....

9 Nisan 2015 Perşembe

"Benim Bağlanma Sorunum Var!"

“Benim bağlanma sorunum var.” günümüzde çok sık duyduğumuz bir cümle haline geldi. Kişiler ilişkilerinde yaşadıklarını sorunları, birbirlerine olan değişken tutumlarını bağlanma sorunu olarak görmeye başlamış ve bunu bir kalıp cümle halinde somutlaştırmışlardır. Kimi insanın kimseyi sevmemesine verdiği isim buyken, kimisinin ise ilişkiye başladığı insana karşı olan ani değişimlerinin ismidir. Biraz daha detaylı inceleyip, bağlanmanın insan hayatında nereden başladığını ve bunun  bir sorun haline nasıl geldiğini, ilişkilere nasıl farklı şekillerde yansıdığına bakalım.

Bağlanma yaşamımızın henüz ilk yıllarında oluşmaya başlayan bir durumdur. Hayata gözlerimizi açtığımız zaman tamamen savunmasız ve bakıma muhtaç olarak geliriz dünyaya. Fizyoloik ihtiyaçlarımızın doyurulması için bize bakacak bir kişiye bağlıyızdır. Bunun dışında insanları diğer canlılardan ayıran duygusal ihtiyaçlardır ve dünyaya gelen bebek fiziksel ihtiyaçlarının dışında bu kişiye duyusal ihtiyaçlarının karşılanması için de bir bağ kurmalıdır. O zaman bağlanma, çocuk ile yetişkin bir birey arasında olumlu bağı ifade eder diyebiliriz. Bu kişi genelde anne olduğu için yazının geri kalanında bu kelimeyi kullanacağım.

Yetişkinliğimizde bağlanabilen kişiler olup olmamamız büyük ölçüde annemizle yaşadığımız çocukluk deneyimlerimize bağlıdır. Yani beynimizin bağlanma olgusunu “güven, sıcaklık ve koruma” ile mi yoksa “terk edilmek, yalnızlık ve korku” ile mi bağdaştırdığı ile ilgilidir. İki veya üç yaşına kadar yaşadıklarımızı ve ilk deneyimlerimizi hatırlayamayız. Bu yüzden bağlanma korkularını yöneten en büyük güç bilindışımızdır. O dönemin izleri hafızamıza ve bilincimizde yer almasalar bile ruhumuza kazınmışlardır. Kişinin annesi ile olan ilişkisi sonucunda  benlik ve başkaları modeli oluşur.

Benlik Modeli: Kişinin ne ölçüde kendini sevgiye layık, değerli bir birey olarak gördüğü ile alakalıdır.

Başkaları Modeli: Kişinin diğer insanları ne ölçüde güvenilir, ilgili ve sevgi sunmaya hazır bireyler olarak gördüğüdür.

Güvenli Bağlanma (“Ben iyiyim ama sen de iyisin!”): Güvenli bağlanan bireyler eşleriyle olan yakınlık ve mesafelerini iyi ayarlarlar. Fazla yakınlaşmak onları kaygılandırmaz, tam tersine karşılarındakilere güvenle bağlanarak, bu durumdan keyif alırlar. Güvenli bağlanmalarının bir diğer nedeni de, sınırlarını iyi çizebilmeleri, suçluluk veya kaygı duymadan itiraz edebilmeleridir. Bu bireyler çocukluk dönemlerinde annelerine yaranmak için fazla uyum sağlamak, cezalandırılmaktan kurtulmak için fedakarlık yapmalarına gerek kalmamıştır. Çocukluklarında kişisel isteklerini söylemelerine izin verilmiş hatta desteklenmiştir.

Saplantılı Bağlanma (“Ben kötüyüm ama sen iyisin.”): Annelerinin davranışları o anki ruh haline bağlı olduğundan çocuk tarafından öngörülemez. Anne bazen sevecen ve duyarlı bazen itici, mesafeli ya da öfkeli davranır. Anneleri onlar için rahatlatıcı ve güvenli bir bölge değildir. Bu yüzden bu çocuklarda özerklik ve bireysellik yerine belirgin bağımlılık duygusu gelişmiştir. Yetişkinlik dönemlerinde de sürekli eşlerinin onayını ve takdirini almaya çalışırlar. Bu kişiler genelde kendilerine zarar veren ilişkilere saplanıp kalmaya eğilimleri vardır. Eşleri ve ilişkileri olmadan yaşayamayacaklarına inanırlar. İlişkilerinde başarısızlığa uğradığında kendini suçlama eğilimde bulunurlar.

Tedirgin-Kaçınmacı Bağlanma (Ben kötüyüm ama sen de kötüsün!”): Çoğunlukla mesafeli, soğuk, bazen alaycı, aşağılayıcı ve kötü davranan anneleri vardır. Bebeklik çağlarına boşluk duygusu, reddedilme, yakınlaşmama ve anlayışsızlık deneyimleri damgasını vurmuştur. Reddedilmekten aşırı derecede korkarlar. Ayrıca düşük özdeğer duyguları ve insan ilişkileri konusunda kuşku duymaları yüzünden hep acı çekerler. Karşılanmamış sevgi ihtiyacını hep içinde taşırlar ve sürekli bir ilişki isteği duyarlar. Ancak eninde sonunda terk edileceklerine emin oldukları için mutlu olabileceklerine inanmazlar ama bir yandan da mutlu olacakları umudunu hep taşırlar. İnsanlara yaklaşmaktan ölesiye korkarlar ama derin bir bağlılığa duydukları özlemden dolayı yalnızda yaşayamazlar ve bu döngü içinde acı çekerler.

Kayıtsız-Kaçınmacı Bağlanma (“Kendimi de, seni de umursamıyorum!”):  Bu kişiler çocukluktan kalan tecrit ve terk edilme korkularını tetikleyen tüm içsel duygularını bilinçlerinden uzaklaştırmayı öğrenmişlerdir. Duygusal stres altına girdiklerinde duygularını aşırı yoğun yaşarlar. Bu uyarımlar daha bilinç düzeyine gelmeden hemen bastırılır. Korkularını artık hiç bir şey hissetmeyene kadar bastırmayı öğrenmişlerdir. Aksi halde her şey onlar için ölümcüldür. Duygularını, kendileri için bile bir şey hissetmeyecek şekilde bastırırlar.

Bu bağlanma modellerinin sonucunda 3 tip ilişki modeli ortaya çıkar.

Avcı (Seni elde edemediğim sürece peşindeyim.):  Bu kişilerin yaşamları çeşitli ilişkilerle ve maceralarla geçer. Avcı sadece avlamak ile ilgilenir. Kazanma umutları içlerinde var olduğu sürece reddedilmeye aldırmazlar. Hatta bu onların kazanma güdülerini daha çok tetikler. Ancak avını elde ettikten sonra ilgisini yitirir. Peşinde koştuğu kişi de ona ilgi duymaya başladığını hissettiği zaman her şey bitmiştir.

Prenses/Prens (Kimse bana layık değil.): Coşkulu bir aşk karşısında idealleştirme süreci sonucunda o kişiyi değersizleştirip fırlatıp atarlar. Hem ilk bakışta aşık olabilirler, bulutların üzerinde geziyormuş gibi hissedebilirler. Ama belli bir süre sonra ilişki yaşadığı kişinin zayıflıklarına tahammül edememeye başlar ve gözünde gittikçe değersizleştirmeye başlar. Sürekli eleştirerek hayalindeki “mükemmel kişi” haline getirmeye çalışır.

Duvarcı Ustası (Aramızdaki yakınlığı ve mesafeyi ben saptarım.): İlişkilerinde mesafeleri belirler. Gerek işine gerek hobisine sığınarak ilişki yaşadığı kişi ile arasına bir duvar örer. Özgürlüklerinin kısıtlanacağı korkusu bu davranışlarına sebep olur. Sadece kendi istedikleri zaman yakınlaşma gösterirler.

Bu üç ilişki modeline sahip kişilerin bu şekilde davranış göstermelerinin temel nedeni çocukluklarından bu yana peşlerini bırakmayan yoğun terk edilme korkusu, kendisini sevgiye değer hissetmeme, yalnızlık korkusudur. Kendisinden istenen beklentilere karşısında panik yaşarlar ve çocukluk yaşantıları tetiklenir. Kendilerine göre geliştirdikleri savunma mekanizmalarının arkasına sığınır ve kendilerini korumaya alılar. Aslında derin bir sevgi açlığı içinde acı çekerler ve bir ilişki karşısında ne “EVET” ne de “HAYIR“ diyebilirler.
                                                                                                                                                                                                                                                                     Sevgiyle...
                                            www.psikologeminesoybay.com.tr

17 Şubat 2015 Salı

"Hadi Göster Oğlum Amcana Pipini"

Türkiye'de kadının yeri yıllardır tartışılan bir konu malum. Ancak tartışmalar bize bir arpa boyu yol aldıramadı. Kadın hakları iyileştirildi,  kadın sığınma evleri arttı, kadınlara yönelik eğitimler arttı ama şiddetin dozu da arttı. Peki nerede yanlış yaptık, sorunun kaynağı aslında ne? 

Din, siyaseti bir kenara bırakıp sadece psikoloji gözünden olaya bakalım. Çocuklar 7 yaşına kadar kadar hipnoz durumundadır yani telkine açıktır ve bilinçdışı gördüğü her şeyi sünger gibi emer. Ana rahminde başlar bu yolculuk ve yetişkinlik dönemimizde davranışlarımızı, olaylara karşı tutumumuzu, algımızı yani benliğimizi oluşturur. Şimdi nerelerde neler yapıyoruz ve sonucunda neler oluyor bakalım;

Bir kız, bir erkek bebek  dünyaya gelir. Kız çocuk "neyse sağlıklı olsun da cinsiyet önemli değil." diye karşılanır, erkek çocuk "aslan oğlum" diye. Kız çocuk, olsa da olur olmasa da olur durumundadır ataerkil toplumlarda. Daha doğmadan sıradanlaşmış ve değersizleştirilmiştir. Erkek çocuk ise yüceltilmiştir. Soyun devamı ona bağlıdır nede olsa!

2 yaşına gelirler, konuşma evresi başlar. Duyduğu her şeyi söylemeye çalışan çocuklar küfür etmeyi öğrenir. Kız çocuk söyler ise "ağzına acı biber sürerim, kızlar böyle konuşmaz." erkek çocuk söyler ise kahkahalar atılır, sevimli olur, tatlı olur. Erkek çocuğa ağır cinsel içerikli küfürler hak ilan edilmiştir, dolayısıyla küfrün eyleme geçirilmiş hali de haktır, hakkıdır.

6 yaşına gelirler. Cinselliği, kendi vücudunu, kadın erkek farkını merak ederler. Kendi arkadaşları arasında cinsel oyunlar oynamaya başlarlar. Birbirlerini öpmeye, cinsel organlarına bakmaya başlarlar.  Bu süreç doğaldır ancak  kız çocuk yaparsa "Ayıp, ne yapıyorsun sen!" denir, erkek çocuk yaparsa "Aslan oğlum, şimdiden belli, çapkın olacak." denir. Kız çocuğu henüz 6 lı yaşlarında bastırmak zorunda kalır merak duygusunu, doğal olan psikolojik gelişim sürecini. Ama kız için yasak olan erkek için serbesttir, toplum için de bile meşrudur "Hadi göster oğlum amcana pipini." !

Sünnet sonrası yapılan düğün, erkek oldun nidaları ile erkeğe gücün kızlarda olmayan ama kendisinde olan fazladan bir organda olduğu gösterilir. Erkekler pipilerini yani kızlardan farklı taraflarını göstermeye teşvik edilerek, kızlar ise erkeklerden farklı olan taraflarını gizleyerek, o parçalarının erkeklere ait olduğu mesajı verilerek yetiştirilir.

Ergenlik dönemi başlar. Kız değişen bedenini saklamak zorunda bırakılır. "Babanın yanında şöyle giyinme, kardeşinin yanında bunu yapma." diyerek kendi kanından canından olan insanlardan bile saklamak zorunda bırakılır kendi bedenini. Saklamak zorunda olduğu bir şeyi sevmesi zaten mümkün müdür? Erkek çocuk ise ya babası, ya dayısı ya da bir başkası tarafından "milli" olur. Daha sonra gururla anlatılır.

Bunlara bir de aile içi şiddeti ekleyelim. Gözünün önünde babası annesini döver. Kız ve erkek çocuk aynı şeyi algılar "Kadın güçsüzdür, kendisini döven erkeğe mahkumdur. Kadın değersizdir ve bir erkeğin bir kadını dövmesi normaldir. Sorunlar şiddetle, bağırarak çözülür. İletişim şekli budur." Bu örüntüde kız çocukları kendilerine duydukları değersizlik hissi ile erkek çocukları ise kadına duydukları değersizlik hissi ile büyür. Babasının onu dövmesine rağmen aynı odaya girip onunla birlikte olan annesini gören kız çocuğu erkekleri böyle elde ederim, erkekler ancak böyle sevgi gösterir diyor. Erkek çocuk ise ben ne kötülük yaparsam yapayım kadın bana teslim olur diyor. Yani biz kadınlar kendi çocuklarımıza kendimizi biz değersiz gösteriyoruz. Kendimize değer vermeyerek, kendi haklarımızı aramayarak, sürekli mağduruz durumunda kalıp çözüm yolu, çıkış kapısı aramayarak bu durumu biz oluşturuyoruz.

Çocuklarımıza sevgiyi öğretin. Kendilerine, hemcinslerine ve cinslerine değer vermeyi, saygı duymayı öğretin. Fazladan bulunan bir organın ya da o organın eksikliğinin önemsiz olduğunu asıl önemli olanın insan olmak olduğunu öğretin. Bir çocuk dünyaya getirmeye cesaret ediyorsanız eğer önce kendi değerlerinizi yeniden gözden geçirin. Çocuklar sizin aynanızdır. Erkek suçu değil, kadının kendisine değer vermeden değer beklemesi durumudur. Kendisine, hemcinsine değer vermeyen anneler tarafından kadını aciz, zavallı, cinsel obje olarak gören erkekler yetiştiriliyor. 

Önce biz kendimize değer vereceğiz ki kadına değer veren erkek evlatlar, kendisine güvenen kız çocuklar yetiştirelim.
           
                                                                                                        Sevgiyle...

29 Ocak 2015 Perşembe

Borderline'ın Gözünden Hayat

  Size bilimsel bir dilde borderline kişilik bozukluğunu anlatıp, DSM IV kriterlerini sıralayarak "Bunlardan en az şu kadarı sizde varsa, siz de bir Borderline'sınız!" diyebilirim. Ya da bir gün sevgilinizin, eşinizin, çocuğunuz ya da bir yakınınızın Borderline olduğunu öğrendiğinizde İnternet'de girip araştırma yaptığınız zaman onun hislerini anlatmak yerine sadece davranış şekillerini anlatan bir yazı yazabilirim. Ama ben bunları yapmak yerine size bir Borderline'ın gözünden hayatı göstermeye, hissettiği duyguları anlamanızı sağlamaya çalışacağım. Çünkü kişinin davranış şekillerini öğrenmek yerine neden yaptığını, neler hissettiğini bilmek gerekmektedir. Ancak o zaman yargılamayı bırakıp o kişiyi kabul edebiliriz.

 Hayatımızın ilk yıllarında özellikle 0-3 yaş ta bize bakım veren kişinin tutum ve davranışları kendilik algımızın oluşumunda ciddi önem taşır. Bu dönemde bize bakım veren kişiyi iyi ve kötü olarak ayırırız. Annemizin bize gülümseyerek geldiği, bizim ihtiyaçlarımızı sevgi ile giderdiği zamanlarda "iyi anne", sorunun kaynağı biz olmasak bile mutsuz, öfkeli ruh halinde bize yaklaştığı zamanlar ise "kötü anne" olarak adlandırırız. Annenin çocuğa iyi olan tutumunda çocuk iyi kendilik oluştururken aksi bir tutum içinde olduğunda çocukta kötü kendilik oluşur. O dönemde de çocuklar her şeyi hisseder, ancak soyut düşünme yetisine sahip olamadıkları için neden sonuç ilişkisi kuramazlar. Bu yüzden annenin kızgınlığının aslında ona yönelik mi olup olmadığının ayrımını yapamazlar. Bu bölme yöntemi bilinç dışının en ilkel savunma mekanizmasıdır. Böylece çocuk anneyi ikiye böler ve iki farklı kişi olarak algılar. 5 yaşlarına gelmiş bir çocuğun iyi ve kötünün aynı kişide olabileceğini fark etmesi ve bunu kabul etmesi beklenir ancak burada yine ebeveyn tutumu önemlidir. Kendi psikolojik dinamiklerini çocuğa yansıtmaya devam eden anne ve babalar çocuklarda ki bu bölme (splitting) savunma mekanizmasının devam etmesine sebep olur.

 Bölme mekanizması Borderline kişilik yapısına sahip bireylerin en belirgin savunma sistemidir. Artık bir yetişkin olarak görülmelerine rağmen insanları ve nesneleri iyi ve kötü olarak bölmeye devam ederler. Bir insana iyi özellikleri yansıttığı zaman göklere çıkaran Borderline, kötü özellikleri yansıttığı kişileri ise yerin dibine sokan bir tutum içindedir. Bu dışarıdan bakıldığında Borderline kişilik özelliğine sahip bireye yönelik acımasız eleştiriler yapılmasına neden olmaktadır ancak bunu yaşayan Borderline da kendi içinde derin acı çekmekte ve göklere çıkardığı insanın bir anda kötü bir özelliği ile karşılaşarak büyük bir yıkıma uğramaktadır. Küçükken bir iyi, bir kötü olan annesini ileride ki hayatında diğer ilişkilerine de yansımıştır. Bunun bir sonucu da yoğun kaybetme korkusudur. Terk edilme karşısında anksiyete krizleri yaşayabilir ve terk edilmemek için intihara kadar uzanan acı dolu çıkış kapıları bulabilirler. Alkol ve madde bağımlılığına olan yatkınlığı da yine bu durum ile alakalıdır, yanlış bir sığınaktır. Aslında bu davranışların altında acı dolu bir yardım çığlığı yatmaktadır. Birilerinin onu fark etmesini istemekte ve koşulsuz sevgi beklemektedir. Her defasında bir insanı yüceltip, bütün bu eksiklikleri onda tamamlayacağına inanır. Bu durumda karşıda ki kişi de kendisini çok iyi hisseder ancak Borderline birey kendisine göre yanlış bir davranışla karşılaştığı an her şey tepetaklak olacaktır ve bilinç dışı "kötü anne"yi hatırlayarak çocukluk travmalarını tekrar yaşayacaktır.

Bu iyi ve kötü algısı sadece insanlar için değil kendi benlikleri için de geçerlidir. Bir sabah uyandığında kendisini dünyanın en iyi insanı olarak görebilir ama gün içinde yaşayacağı en ufak bir şey onu kötü bir kendilik algısına itebilir. Kendisinden nefret edebilir, bu sebeple de kendisine zarar verici davranışlar sergileyebilir.

 Borderline kişilik yapısının hakim olduğu kişiler büyük bir boşluk duygusu ile mücadele ederler. Kronik bir boşluk duygusu hayatlarının her alanında borderline kişilerin yakasına yapışır. Her hangi birkişi,mekan yada aktivite o boşluk duygusunu gideremez. Çaresizce bunu yok etmeye o duygudan kurtulmaya çalışırlar. Bu sebeple kolay bağlanırlar. Yanlış sığınaklar bulurlar (alkol ve madde bağımlılığı), cinsellik dürtüleri çok kırılgandır. Bu sebeple ağır yargılanırlar, ancak onların cinsellik karşında olan hisleri farklıdır. Cinsel ilişkiyi sevgi, yakınlık olarak algılayabildikleri gibi, karşısında ki kişi onu sevsin diye bile cinsel ilişki yaşayabilmektedir. Bu da dürtüsel davranışlarını açıklamaktadır. Sürekli bir sevgi arayışı vardır ancak bunun yanı sıra şiddetle bağlanmaktan korkan bir tarafları da vardır. Bu çocukken maruz kaldıkları tutum ile benzeşmektedir. Bağlanmaktan korkarlar çünkü sonunda terk edileceğini düşünürler (bir iyi bir kötü olan anne).

 Borderline kişilik bozukluğunun tedavisi uzun psikoterapiler sonucunda gerçekleşir. Gerekli olan durumlarda ilaç tedavisi ile desteklenmelidir. Ancak en önemlisi aile ve sosyal çevresinden alacağı destek ve güvendir. Zor ve sabır gerektiren bir yolculuktur ama imkansız değildir.

Her insan biriciktir. Yukarıda yazılar genel hatları ile bir Borderline kişilik yapısına sahip bireyi anlatmaktadır ancak kişilerin kültürel yapıları, yaşadıkları yer, çocukluk travmaları gibi bir çok durum bu tutumları farklılaştırabilir, sıklığını ve şiddetini artırabilir. Önemli olan kişileri yargılamadan anlamaya çalışmak, Bütün sorunların kaynağı sevgi eksikliğidir ve koşulsuz sevgi bütün yaraları iyileştiren en güçlü ilaçtır.
                                                       
                                                                                                               Sevgiyle...


2 Ocak 2015 Cuma

Mükemmeliyetçilik Patolojisi

Algıda seçiciliğin etkisiyle son yıllarda kendi bölümüm ile ilgili durumlar daha çok dikkatimi çekiyor haliyle. Bu konulardan birisi “mükemmeliyetçilik”. Fark ettiğim kadarı ile insanlar ben çok mükemmeliyetçi bir insanım diye övünüp, her şeyi dört dörtlük yaparım ya da öyle olmasını isterim gibi cümleler sarf ediyorlar. Bunun kendilerine bahşedilmiş özel bir yetenek, özellik olduğunu düşünüyorlar. Ben de bu yazımda bu konuya değinmek istedim çünkü sanılanın aksine mükemmeliyetçilik patolojisi olan bir durumdur ve sağlıklı değildir. Peki mükemmeliyetçiliğin psikolojik analizi nedir?
Mükemmeliyetçi insanlar üst noktada hedefler seçerler. Yüksek performans göstermeleri ve asla hata yapmamaları gerektiğine inanırlar. Etrafında ki insanlardan da aynı tutumu beklerler. Her şey zamanında, düzenli, hatasız ve mükemmel olmak zorundadır. Ancak bu genelde gerçekleşmez. Çok fazla detaya takıldıkları için genelde işler zamanında bitmez, idealize edilmiş hedefleri yarıda kalır. Buna rağmen bu düşünceleri devam eder ve hatta ailesinin, eşinin ve çocuklarının da böyle olmasını beklerler. Aksi bir duruma karşı toleransları yoktur ve sonucunda ya kendisine ya da etrafında olan kişilere öfke duyarlar. Mükemmeliyetçi insanlar bu tutumun kendilerine ve çevrelerine zarar verdiği gerçeğini görmezden gelirler. Etrafındaki insanların başarılarını görmeyip, hep başarısızlıklarına odaklanırlar. Bu sebeple karşısındaki insanı ağır şekilde eleştirip, kırıcı, yıpratıcı olabilirler. Sağlıklı sosyal ilişkiler kuramazlar. Kendileri onaylamadıkları için genelde onay da alamazlar. Buna bağlı olarak çeşitli psikolojik rahatsızlıklar geçirebilirler.
Bu durumun altta yatan nedenleri vardır. Tabi ki her zaman olduğu gibi yine çocukluk dönemine gitmek gerekmektedir. Mükemmeliyetçi insanlar farkında olmasalar da aslında bu tutumu sevgi ve onaylanma eksikliğinden yaparlar. Çünkü çocukluk döneminde kendisine bakım veren kişinin tutumu da böyledir. Sevgi almak için bir şeyi başarmak zorundadır ama asla onaylanma cümlesini duyamamıştır.  Anne, “Bu yıl karnende matematiği beş yaparsan sana sevdiğin oyuncağı alacağım” der ve çocuk karnesini getirdiğinde “Peki Türkçe neden beş değil!” diyerek eleştirmeye başlar. Çocuğun bilinçaltı bunu “Sevgi almak için mutlaka başarılı olmak zorundasın ama hiç bir zaman başarılı olamayacaksın!” diye algılar. Koşulsuz sevgiyi alamamışlardır ve sevgi almanın her zaman bir koşulu olduğunu düşünürler. İleri ki hayatlarında da bilinçaltı bunu doğrulamak için her zaman patolojik bir şekilde başarılı olmaya çalışır ama tıpkı annelerinin onlara verdiği mesajda olduğu gibi asla yeterince başarılı olamayacaklarıdır. Ne yaparlarsa yapsınlar doyuma ulaşamayacaklar ve tatmin olmayacaklardır. Onlar da annelerinin onlara yaptığı gibi eşlerini, çocuklarını, iş arkadaşlarını sürekli eleştirip başarıları değil eksiklikleri görmeye çalışacaklardır.
Mükemmeliyetçi ebeveynler dışında aile hayatı sorunlu olan ve küçük yaşta çocuk olmak yerine anne ve baba rollerini üstlenmek zorunda kalmış çocuklarda da bu tip davranış şekli görülebilir. Anne ve baba kendi üstüne düşen görevi üstlenmediği taktirde aile dinamiğinde bu rol çocuğa yüklenecektir. Çocuk bu rolü yerine getirmek zorunda hissedip çabalayacak ama başarılı olamayacaktır. Çocuk yaşta olgun olması ve kendisine on kat büyük gelen görevleri yapmak zorundadır. İleri ki dönemlerde de bu tutum devam eder. Yapması gereken görevleri fazla idealize edip, başarılı olamaz.

Bunlar sadece bazı nedenlerdir. Her insan biriciktir ve algı şekli farklıdır. Daha bir çok sebep buna neden olmuş olabilir. Eleştiriye kapalı ama eleştirmeye açık insanlar oldukları için genelde psikoterapiyi reddederler. Psikologdan beklentileri yüksektir ve bu sebeple tatmin olmayıp terapiyi yarıda kesebilirler. Asıl önemli olan kişinin bunu fark edip bir çözüm yolu bulmaya çalışmasıdır. Zor da olsa bu tutumun kendisine kazandırdığı ve kaybettirdiği şeyleri düşünmeli ve davranış biçimini analiz etmelidirler.
                                                                                                            Sevgiyle...